Ana içeriğe atla

Bibliyofil Konuşmaları #17: Turgut Çeviker


Şimdi hangi yıldı, nerede okudum anımsayamıyorum ama yıllar önce Turgut Çeviker hakkında ilk ağızdan ‘yaşanmış’ bir hikâye okumuştum. Ne zaman bir kitapçokseverin kitaplarıyla kurduğu ilişki hakkında düşünsem aklıma bu hikâye gelir…

 

Yanlış hatırlamıyorsam yeğeni tarafından yazılmıştı, gayet kısa: bir gün, evi tıka basa kitap dolu olan Turgut Bey ve yeğeni mutfakta otururlarken anlam veremedikleri bir sebepten ocağın üstü alev almış. Gözü alevleri seçer seçmez anında havaya fırlamış Turgut Bey ve yüksek sesle KİTAPLARIIIIIM diye ünlemiş! Olaya tanıklık eden yeğeni, ateşi hemen söndürdüklerini ama yangın çıkma ihtimalinden çok Turgut Çeviker’in verdiği ilk tepkiye şaşırdığını yazıyordu. İşte bütün mesele: önce kitap, sonra can!

 

Hiç tartışmasız bu kez Türkiye’nin mizah ve karikatür tarihi konusundaki en yetkin ismini ağırlıyorum Konuşmalar’da. Bundan kıvanç duyuyorum. Turgut Bey’in ihtişamlı CV'sine internetten ulaşabilirsiniz. Benim o CV’de en sevdiğim şey İris Yayıncılık’tır. Ve yine hiç tartışmasız ülkemizdeki nice iyi şey gibi İris’in de kıymeti bilinememiştir. Bu yazıya bir şekilde ulaşmış dostların İris’in Mizah Kültürü Serisi’nin 2. kitabı olan “Erken İslam'da Mizah”ın (Franz Rozenthal; kitabın yeni baskısında ve İslâm Ansiklopedisi’ne göre ise Rosenthal) kapağına şöyle bir bakmalarını öneririm. Kapak-içerik uyumu konusunda daha iyi bir örnek bilen beri gelsin. (Bu serinin minimal kitap tasarımlarını Murat Yılmaz yapmış. Turgut Bey’in yine İris’ten çıkmış ‘Hayal’ isimli öykü kitabı ise çok sevdiğim Bülent Erkmen tasarımıydı.)

 

Turgut Çeviker Mart 2019’dan başlayarak İstanbul’dan ayrıldı. Çalışmalarını Samsun-Çarşamba’da sürdürüyor. Şu an Koç Üniversitesi Yayınları için 10 kitaplık “armağan kitaplar” dizisini hazırlıyor. İlk kitap “Tevfik Fikret” 2020 yılı bitmeden basılmış olacak.

 

Bir de 'Kitap Müzesi' tasarısı var ki en kısa sürede hayata geçmesini umut ediyorum. Her ayrıntısını ilmek ilmek işlediği kitap müzesi gerçekleştirilebilirse ülkemiz adına saygın bir iş yapılmış olur. Bana kalırsa bu ‘hayal’i için Turgut Bey’e borçluyuz.

 

M. Milât Özçelik / 22 Eylül ‘20 


Fotoğraf: İsa Çelik

1.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Jean Paul Sartre’ın Bir Şefin Çocukluğu (Çev.: Eray Canberk), Habora Kitabevi, İst., 1967, 104s.). Kitabın iç kapağına 30 Temmuz 1969 yazmışım. Bu kitabı Çarşamba’da lise öğrencisiyken Batı Yaka’nın tek kitapçısı Deniz Kitabevi’nden almıştım. Kentten ayrılana değin kitaplarımın çoğunu bu kitabevinden almıştım. Doğu Yaka’daki Aka Kitabevi ve Akyel Kitabevi’nden de epeyce kitap aldığımı anımsıyorum.
Deniz Kitabevi, aynı zamanda gazete (Cumhuriyet, Milliyet) ve dergi (Akbaba, Varlık, Yeni Edebiyat) aboneliklerimin olduğu kitabeviydi. O zamanlar taşra kitapçıları, çantayla kitap dağıtımı yapan (Hüdaverdi abiyi anımsıyorum) gezgin dağıtıcılar sayesinde yayıncılıkta güncel olanı izleyebiliyorlardı.
 
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Kadıköy merkezdeki 125 metre karelik evim bütünüyle kitap, dergi ve arşiv malzemesiyle tıka basa doluydu. Böyle bir kitap birikimi kütüphane ve arşiv olarak tanımlanabilir ancak. Öyleydi de. Bu manzara Mart 2019’da bozuldu. Taşraya taşınma kararı aldım ve mizah kültürü kitaplığımı ve arşivimi Nesin Vakfı’na bıraktım. Sınırlı sayıdaki imzalı kitaplarım dışında bütün imzalı kitaplarımı ve 1950’lerin birkaç önemli magazin dergisini TESAK’a bıraktım. Birçok kitap ve dergiyi sahaf kardeşime, bazı yayınları sevdiğim birkaç genç sahafa armağan ederek yükümü hafifletmiştim.
İstanbul’dan ayrıldığımda 6 bin civarında kitap, –125’i tam takım– 850 başlıktan oluşan dergi koleksiyonum vardı. Kitap ve dergi koleksiyonlarımın şimdiki durumu bile bir kitaplık olarak tanımlanabilir.
Kitaplıkların kütüphaneye evrilmesi öncelikle çeşitlilik ve ardından sayısal bir ölçüt içeriyor kanımca.
 
3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in“Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan, Ekim 1987) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Kitaplar çoğaldıkça onları raflara yerleştirme ciddi bir sorun olarak kendini gösteriyor. İlkokuldayken annemin bana verdiği küçük bir komodinde ilk kitaplığımı kurmuştum. Kitapların ön veya arkasına etiket yapıştırıp sıra numarası veriyordum. Komodinin üst çekmecesinde ise büyük bir Quink mürekkep kutusunu kumbaraya çevirmiştim. Harçlıklarımı oraya atar, biriktikçe kitap için harcardım.
Kitap alıcısı ve kitap okuyuculuğu tarihim, aynı zamanda güzel bir kitaplık mobilyası hayaliyle de geçti diyebilirim. Bu hayal, belki de bütün ciddi okurlar için geçerlidir. Kitaplığımda öncelikle yazarlara, sonra türlere göre sıralama yaptığımı anımsıyorum. İstanbul’daki son tasnifim bile böyleydi. Taşrada farklı bir şey denedim. Kitaplarımı telif ve çeviri olmak üzere ikiye; onları da yazarlara ve türlere göre ayırdım. Ancak tüm kitaplarını edindiğim Dost Kitabevi ve Notos Kitap’ın yapıtları bir aradadır. “Babil Kitaplığı”, YKY Kâzım Taşkent Klasikleri gibi dizileri bir arada tuttum. Sonuçta, kitapların raflara yerleştirilmesi çok kişisel bir şeydir. Bu konudaki disiplin kütüphanelere yaraşır.
 
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Aradığım kitaplara daima kolayca ulaştım. Yayıncılık alanında çalıştığım için birçok yayıneviyle dosttum; bu bana kitapları ödeme yapmaksızın alma olanağı da sağladı. YKY’de çalıştığım 3 yıl boyunca çıkan her kitap çalışanlara karşılıksız veriliyordu. Belirli bir tarihten sonra kitap harcamalarım azaldı, ilgi alanıma ilişkin kitap ve dergi koleksiyonlarıma kaydı. Örneğin dergiler için çok para harcadım.
Fahrenheit 451’in ilk baskısını yıllarca aradım, ancak çok yüksek paralara satıldığı için alamamıştım. Sanırım 5-7 yıl önce Gezegen Sahaf Müzayede’lerinden birinde (Aslıhan, Beyoğlu) bu kitabın İngilizce çok özel bir baskısı satışa sunuldu. Üstelik yazarından imzalı ve “imza sirküleri” eşliğinde. Doğrusu başım dönmüştü.
Refik Erduran ile Ertem Eğilmez’in Sel Yayınları’ndan 1950’lerde yayımlanmış Fahrenheit 451’in intikamını alma olanağı çıkmıştı karşıma. Artırma 900 TL ile açıldı. 2 pey sonra 1000 TL vurdum ve kitap bende kaldı. Kitaplığımın maddi değeri en yüksek kitabı bu. Onu, hayalini kurmayı sürdürdüğüm “Kitap Müzesi”nin “Yakılan Kitaplar Salonu” için bir “Taç Kitap” olarak almak istemiştim. Kitap hâlâ bendedir.
 
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
Tan Evi’nin “Cep Kitapları Serisi”ni beğeniyorum ve eksiklerimi tamamlamaya çalışıyorum. Gerçek Yayınları’nın “100 Soruda” dizisini de çok beğeniyorum. Kapanan bu yayınevinin işini bugün bir yayınevi üstlense çok iyi bir iş yapar. Bu denenmek istendi, ancak proje gerçekleşemedi. Sanırım popüler bir yayın dizisi olmayışı ve sabır gerektiren bir iş olduğu için gerçekleşemedi. Varlık Yayınları’nın “Cep Dizisi”ni özlüyorum.
Bir Doğu Alman yayınevinin ülkelerin bir(kaç) şairle temsil edildiği şiir kitapları dizisini Türkiye’de İyi Şeyler Yayıncılık üstlenmişti (bu Gültekin Emre’nin gerçekleşmesini istediği bir projeydi). Cevat Çapan’ın yönetiminde, özenli çeviriler ve sıra dışı tasarımlarla 100 civarında kitap yayımlandı. Bir reklam ajansının hobi yayıncılığı olduğu için bir yerde sonlandı. Bu diziyi de özlüyorum.
 
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Ben daha çok, meslek sahibi olmak için değil, aydınlanmak ve bu arada bir ilgi alanında kendini yetiştirmek için okuyanlara güveniyorum. Onların beğendikleri her yazar, okudukları her kitap, daha yaşanır bir dünyanın tuğlası olacaktır. İnsanlığı yetiştiren bütün yaratıcılar ve yapıtları benim için “ortak” olandır.
 
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Alınan her kitabı okumak kolay bir şey değil. İnsan ömrü yetmeyebilir buna. İlgi alanlarımızın çeşitliliği kitap alışlarımızı artırıyor. Bir yayınevinde çalışıyorsan, birçok kitap kolayca eve girebiliyor. Zamanla eleseniz bile mantıklı bir seviyeye getirmek kolay değil.
Ciddi kitap okurları, aynı zamanda kitapları saklayan, onları seven, okşayan insanlardır. Sevdiğiniz bir kitabın her baskısını edinmek gibi sıra dışı bir davranışımız bile var. Şu kitapların Türkiye ve dünyadaki baskılarını topluyorum: Fahrenheit 451, 1984, Küçük Prens, Komünist Manifesto, Kızıl Kitap… Onları okumak için değil, bakmak için topluyorum. Bir hayalhanedeki yerine oturtmak için topluyorum.
Henüz okuyamadığım kitaplar için şunu söyleyebilirim:
– Bekleyin beni, henüz ölmedim!
 
8.
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Evimi gören, musluk tamircisinden, eski okul arkadaşlarından, genellikle onlardan, “Bu kitapların hepsini okudunuz mu?” sorusu gelir. Beni intihar ettirecek sorulardan biridir bu! Yanıtım şöyle bir açıklama olarak belirir:
– Bankadaki paralarınızın hepsini harcar mısınız?
Kimi, bankada parasının olmadığını, kimi ise “Hayır” diye yanıtlar.
Sonra şöyle sürdürürüm sözlerimi:
– Bankadaki para gerektikçe harcanır değil mi?
– Evet.
– Kitaplar da birden okunamaz, zaman içinde ihtiyaçlara göre okunur.
 
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
2014’te Ahmet Rasim’in doğumunun 150. yılıydı. Bu büyük halk yazarı için tek bir yazı bile gözüme ilişmemişti. Bugün doğumunun 156. yılını idrak ediyoruz! Ahmet Rasim birçok kez basıldı, basılıyor; ancak hakkıyla basılsın, dergiler özel sayı yapsın, bir “Ahmet Rasim Sözlüğü” hazırlansın istiyorum. Sabri Esat Siyavuşgil’in, Ahmet Kutsi Tecer’in bugün değerlerinin bilinmediğini düşünüyorum. Eski edebiyat dünyamız, birçok unutulmuş yazarla dolu; adeta bir mezarlık!
 
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
1) François Truffaut, Fahrenheit 451 (1966),
2) David Jones, 84 Charing Cross Road (1987),
3) Jean-Jacques Annaud, Gülün Adı (1986).
 

TURGUT ÇEVİKER
 
 
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka