Ana içeriğe atla

Bibliyofil Konuşmaları #36: Özgür Taburoğlu

  

Kaç farklı ağızdan, ne çok işittik şu azarı: “Ben anlatırken başka şeyle ilgilenmeyin diyorum size, insan iki şeyi birden yapamaz.” Oysa insan, biri(leri)ni ya da bir şeyi dinlerken düşünebilir. (Daha doğrudan söylemeli: hatta yalnızca böyle düşünebilir!) O ‘şey’ bazen kalbinin ritmi olur bazen doğanın sesi bazen de boşluğun ta kendisi.
Çizerlerin “düşünce”yi konuşma balonu, kenarları belirgin bir bulut gibi yansıtması anlamlıdır. Çünkü büyük harfle Düşünce, doğrusal olmayan noktalar üzerinden ilerler. Aksi olsaydı her şey sekiz köşe kasket gibi olurdu... Yazmış değilse bile, her insan çizmiştir. Yazmadan önce çizeriz. Önce çizmeyi öğreniriz. Sonra yavaş yavaş düşünmeyi.
 
Çizenlerdenim ben de. Miróvari oval şeyler çizerim boyuna. Çizgilerim, ilkin başına buyruk, sonradan birbirini kesip duran ve bir hücrenin mikroskop altındaki hâlini anımsatan kaotik şeylere dönüşür kısa sürede. Yakınlarda fark ettim ki, kendi mikrogramlarımı tasarlar gibi kurduğum ve çoğunlukla bloknot kâğıdına yansıttığım bu düşüncelerin hepsinin içinde birden çok göz var: gözlemcisini gözleyen apaçık gözler! Çizgilerimi kurdukça bakışın bana döndüğünü görürüm. Varoluşsal bir karar ânıdır bu.
 
Duvarlarında Kalem 51-52, dış kapısında boncuklar asılı insanların ülkesi burası, aynı zamanda. Eklem yerlerinden devrilenlerin, tavlı inekleri bir bakışla sütten kesilenlerin... Özgür Taburoğlu ile Nazar (Doğu Batı Yayınları, 2017) kitabı sayesinde tanıştım. Sanırım adını nispeten daha geniş kesimlere ulaştıran kitap da yine budur. Kimde nazar yok ki? Alıp okudum ben de. Altını çizdiğim yüzlerce cümleden birkaçı şunlar:
 
"Hınç ahlakıyla etrafına bakanın kötü vicdanı, güzel ve değerli olana nazar eden bir çift kem göz olur." (s. 45)

"İlk boşluk, biraz da kâğıt yüzeyidir. (...) İnsanın yaşamasına uygun bir aralıktır burası. Fırça ve mürekkebin kâğıt üzerine çektiği 'ilk çizgi', Yin ve Yang'ın birbirine ilk kez değmesi gibi verimli bir yaratıcılığı başlatır." (s.71-2)

"Kenar çizgileri belirsizleştiğinde, iç içe geçen renkler gibi, benimle, dünyayla ve başkalarıyla geçişimli bir beden imgesi yaratmaya açık olur." (s.127)

"...başka olanın kendi bireyliği içerisinde saklı bir anlaşılırlıkla, bu temel işaretler, izler üzerinde düşünme ve öğrenme, anlama duyguları başlar." (s. 232)

"Nazar korkusuyla davranan, bu habis etkilere ne yapsa son veremez. Bu nedenle daha sıkı duvarlar, daha az geçirgen perdelerin arayışına girer." (S. 286)
 
İnsan, anlamadığını taşlayan bir varlık. Çocukluktan çıkabilmeyi başarmış, çizginin ötesine geçebilmişlerin gayet iyi bildiği üzere düşünmek hafife alınamayacak bir uğraştır. Taburoğlu’nun, Nazar'ın yanı sıra yayımladığı 8 kitap ve yakınlarda yayımına başlanan “Anlatı Desenleri” (Oğuz Atay, Samuel Beckett, Bilge Karasu, Leylâ Erbil) ile çeşitli mecralarda çıkan onlarca makalesinde değindiği, gelişimine katkı sunduğu meseleler ile Türkçenin önemli düşün insanlarından biri olduğunu görebiliyorum. Değerinin biz yaşarken bilinmesi ve imgelemle kurduğu çizgisinin devam etmesi dileğiyle.
 
M. Milât Özçelik / 6 Mayıs '22

 1.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Dostoyevski’nin Beyaz Geceleri olabilir. Üniversite’ye başladığım yıl almıştım. Ondan önce babamın kütüphanesinden ve Hayat Ansiklopedisi’nden rastgele bölümler okurdum. Beyaz Geceler’i nerede, hangi ışık seviyesinde, günün hangi vaktinde okuduğumu hatırlıyorum. Kendi harçlığımla almış olmamın yarattığı bir ruh halindendir sanırım.
 
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Kitaplık daha çok kitapların taşıyıcısı bir eşyayı işaret ediyor. Ama kütüphane sözcüğü bir duygu haline karşılık geliyor olabilir. Yani kitaplık ile kütüphane arasında bir tabiat farkı var. Birisinin yer kaplayan diğerininse düşünülür bir varlığı var. Ama kütüphaneyi ancak bir kitaplık içerisine yerleştirebilirsiniz. Zihnin, ruhun bir bedene, maddeye ihtiyaç duyması gibi. Her zaman bir kütüphanenin sınırlarını bir kitaplık çiziyor. Yer darlığından sağa sola bırakılmış kitaplar kütüphanenin parçası olmaktan çıkarlar. Diğer yandan kocaman bir kitaplıkta birkaç kitap da kütüphane duyusu yaratabilir. Bu sizin o kitaplığa nasıl baktığınızla çok ilişkilidir sanırım. Ünal Nalbantoğlu Hocam, artık pek kimsenin, özellikle de akademisyenlerin kütüphanesinin kalmadığını söylerdi. Onların sadece kitaplıkları olduğunu söylemek isterdi. Bazı evlerde kitaplığın bir arka plan oluşturması gibi, orada öylesine yan yana durduklarını söyler gibiydi. Kütüphaneye sahip olma duygusundan uzaklaşmak, kitapların diğer eşyalar, nesnelerle arasındaki tabiat farkının da silinmesi anlamını taşır. Kitaplar eğer bir nesneyse onların toplandığı yere kitaplık, nesneden fazlaysa orada bir kütüphane açılmış demektir. İçi olmayan, sadece dış yüzü olan kitaplardan kurulu kitaplıkların yaygınlaşması belki de kültür ve sanatla kurulan farklı ve yeni bir ilişkinin de işareti olabilir. İmgenin yazılı halinin değil de görsel-işitsel hallerinin daha ayrıcalıklı olduğu, nesnelerle ilişkilerin farklı bir boyutunun belirtisi olabilir.
 
3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in “Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Sanırım daha işlevsel ve geri dönmenin rahatlığı açısından yayınevine göre sıralamak bence de daha iyi bir seçenek. Özellikle geniş kütüphaneler arasında yolunu bulmak için bu seçim daha geçerli olabilir. Ama farklı seçenekler de olabilir örneğin bir dönem tüm kitaplarımı kutularda tutmuştum. Annem bir gün kitapları bana yardımcı olmak için dizmeye karar vermiş. Akşam eve geldiğimde tüm kitapların öncelikle boylarına ve sonrasında renklerine göre sıraya sokulduklarını fark ettim. Sonradan başka bir eve geçene kadar değiştirmedim ben de bu düzeni. Kitaplar onun nesnelerle kurduğu ilişkiler kapsamında evin güzelliğini bütünleyen eşyalar gibi görünmüştü sanırım.
 
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Kitaplarla böyle biriktirme esaslı bir ilişki kurmuyorum. Kitaplara ulaşmak için başka bir güzergâh izliyorum. Özellikle üniversiteye başladığım yıllarda sahafları gezer ve oradan okumaya değer saydığım kitapları alırdım. Biraz da öğrenci harçlığının izin verdiği kadarıyla yaklaşırdım kitapçılara. Sahafların çoğu zaman bir mantık izlemeden dizdikleri kitapların sırtlarından, bir çeşit sezgiyle hızlıca okumaya değer bulduklarımı arar bulurdum. O dağınıklık içinden bana göz kırpanları hızlıca toplardım. Sahafların birçoğunun kitap dostu olmamasından da faydalanarak, değerli sayılabilecek kitapları ucuza alabilirdim. Sonradan iş hayatımda görevim gereği Konya’ya sıkça gitmem gerekti. Orada rampalı çarşıdaki sahaflardan çok sayıda kitap satın almıştım. Pasaja en alt kattan girer, kıvrılarak uzayan bir rampanın kenarına dizilmiş sahaflara sırayla girer çıkardım. Hatta Konya’daki okuyucuların farklı seçimlerinden olabilir, Ankara’dakine göre daha fazla kitap bulurdum. Bir de merdiven kullanmadan hareket edebildiğim bu yapı içerisinde yer değiştirmek bir zevk halini almıştı bende.
 
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
Kitapları bir koleksiyoner gibi yaklaşmadığımı söylemiştim ama birkaç seri biriktirdim zaman içinde. Fakat hiçbiri tamamlanmadı; Metis’ten Seçkiler ve Ötekini Dinlemek, Afa’dan Çağdaş Ustalar ve Remzi’den Çilek serisi gibi. Koleksiyoner olmanın bir başka zorluğu da edindiğim her kitabı okumak gibi bir güdüyle hareket etmem olabilir. Oysa koleksiyon başka bir tutkuya sesleniyor biliyorsunuz. Kitapların fetiş değerinin bende olmaması da biriktirmememin sebebidir muhtemelen. Başkalarına verdiğim kitapların da fazla peşine düşmem. Ayrıca Ada ve Afa yayınlarının kapanması benim adıma üzücü olabilir.
 
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Leylâ Erbil’in daha fazla okunmasının en azından ülkemizi “daha güzel bir yer” yapabileceğini söyleyebilirim. Kitapları çok çeşitli tembihlerle dolu olduğu için değil. Yaşadığı zaman ve mekânın her şekilde ayağına takıldığı bir yazarın tavizsiz gerçekçiliğine tanık olmak için. Onun metinleri ilham almanın yanında ibret almak için de okunabilir. Yani aynı yapıt içinde metnin hem nasıl yazıldığına hem de nasıl yazılamadığına dair şeyler bulursunuz. Yazı yazmanıza mani olan bir hayata karşı bir direnci de yakalarsınız. Her şeyi eğip büken, ucubeleştiren, bilinç akışına izin vermeyen bir ülkenin, dünyanın ve insanlık hallerini izlersiniz.
 
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Yakın zamanlarda benim için bazı eziyet veren kitapları sonuna kadar okumasam da “üçte iki kuralı” gereği herhangi bir kitabın üçte ikisini okuyup bırakabiliyorum. Çokça kitap alıp da onları okumayanlara ancak böyle bir teselli verebilirim. Kitap almak konusunda, Tsundoku rahatsızlığından mustarip kişiler gibi davranmıyorum sanırım. Kitapları bir arzu nesnesi değil de biraz işlevli eşyalar saymakla da ilişkili olabilir bu durum.
 
8.
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Aldığım kitapları genelde okurum. Kütüphaneme bakıp da, “Bunların hepsini okudunuz mu?” sorusuna karşılık evet demek benim için çok yanıltıcı olmaz. Ev taşımasında kütüphaneyi yerleştirirken, eşim Hatice’nin kitaplardaki kenar notları ve altı çizili satırları hesaba katarak yaptığı gözlemlere göre, “yüzde seksen beş” gibi bir oran vermesini onaylayabilirim. Genellikle okunması konusunda umudumu yitirdiklerimi başka kütüphanelere veriyorum. Herhangi bir kütüphaneyi kitaplık olmaktan çıkaran biraz da oradaki okunma oranı olabilir. Bundan da öte daha değerli olan, okudukça kenarlarına not düşülen, altı çizilen kitaplardır.  Okumadığım kitaplardan ziyade sonradan geri dönüp tekrar baktığım altı çizilmiş kitaplarımı kaybetmek bana daha fazla endişe verir. Sonradan bir metni kaleme alırken bu şekilde altı çizilmiş metinler kaynak değeri de taşıyor.
 
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
Hep belli yazarları okuyan, aşina olanın güvencelerini terk etmeyen bir okur topluluğu olsa da, diğer yandan gizli kalmış olanda hikmet arayan bir başka topluluk var. Onlar da keşfedilmemiş olmaya, Tanpınar’ın deyişiyle “sükût suikastine” maruz kalmışlara, kimi zaman olduğundan daha fazla değer verebiliyorlar. Bir başka deyişle meşhur yazarlar ve zamanında dışlanmış olanlara yönelik optik ayarımızı iyi yapamıyoruz sanırım. Birinin şöhretinin çokluğu veya azlığı onunla yanlış ilişki kurmamıza neden olabiliyor. Yakın zamanda Oğuz Atay, Samuel Beckett, Bilge Karasu ve Leylâ Erbil üzerine Anlatı Desenleri adını verdiğim ve Doğu Batı yayınları tarafından basılan kitap serisi kapsamında bazı okumalar yapmaya çalıştım. Öncesinde Tanpınar Sözlüğü ile de benzer bir değerlendirme yapmıştım. Burada yazarla ve yapıtlarıyla onların az ya da çok okunmasından bağımsız bir karşılaşmanın olanaklarını aralamaya çalıştım. Bu gibi isimlere veya yapıtlara yeniden dönerken, onların şöhretinden veya kenarda kalmış olmasından bağımsız bir karşılaşmayı da deneyebiliriz. Bu sayede sözgelimi Tanpınar veya Atay gibi her kütüphaneyi süsleyen isimlerde bile ne kadar kenarda kalmış içerik ve biçim kaldığını fark edebilirsiniz.
 
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Bir Zamanlar Anadolu’da, Roma ve Wall-E diyebilirim.
 

ÖZGÜR TABUROĞLU
  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka