11 yaşındaydım. O gün, Harput eteklerinde olan evimizden bir başıma kaçıp –dedemin deyişiyle– 'yukarı şehir'e gittim. Tıpkı türküde söylendiği gibi: "Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna..."
Ama araçların geçtiği yoldan değil, daha hızlı varmak adına keçi gibi patikaları tırmandım... Bu yaptığımla bizimkileri çok endişelendirdim tabii. Mahalledeki herkes panik halindeydi çünkü. İmamın gazına gelip bunun bir çeşit 'küçük kıyamet' olduğuna inanmışlardı. Bütün akranlarımın eve tıkılıp kaldığından emindim, bir ben kaçabilmiştim.
Harput'a çıkarken bir ara yoruldum ve yüzüm yola dönük oturdum. Araçlar, otobüsler birbiri ardına geçiyorlardı. Çocukluğumun en unutulmaz anlarından birini de o an yaşadım: içi çekik gözlü insanlarla dolu bir otobüsten beni fark ettiler. Hepsi Jackie Chan’e benzeyen bu güzel insanlara en içten duygularımla el salladım. O an, herkes bana döndü ve ağır ağır yokuşu çıkan otobüsün içinden üst üste fotoğraflarımı çekmeye başladılar. Onlarca fotoğraf, el sallamalar, gülüşmeler...
Bu hayatın bana yapacağı en büyük sürprizlerden biri, bir gün o fotoğraflardan birini görebilmek olurdu sanırım –hâla bir yerlerde duruyorlarsa tabii. Belki o zaman gerçekten yaşadığıma inanabilirdim…
Neyse, çocuk yıldızlar gibi fotoğraflarımın çekilmiş olmasının şokunu atlatıp Harput’a çıktım. Harput, hiç olmadığı kadar kalabalıktı, cıvıl cıvıldı. Ama bugün bile hatırladıkça içimin ezildiği bir eksiklik vardı: turistler tutulma sırasında fotoğraflarını rahatça çekebilsinler diye kentin kültürel dokusunu yansıtan ve tarihi sayılabilecek onlarca kâgir, ahşap ev yıkılıp dümdüz edilmişti. Herkesin gözü yukarıdayken ben etrafımdaki boşluğa bakıyordum... O boşluk duygusu hep benimle kaldı.
Gördüğüm ilk ünlü ile de o gün karşılaştım: rahmetli Savaş Ay ne tarafa yürüse bir bölük insan da peşinden gidiyordu. Bir süre ben de katıldım bu gruba. Bir sürünün parçası olmak gerçekten çok keyifliydi!
Tutulma vakti gelip çattı. Bir köşesi yere atılmış röntgen filmiyle ben de 'tam tutulma'yı beklemeye koyuldum. Tripoda yerleştirdiği fotoğraf makinesiyle o an'ı bekleyen çekik gözlü yaşlıca bir kadın gülümseyerek 3d gözlüklere benzeyen bir şey verdi bana. “Tenk yu” dedim ve gözlüğümü takıp ona yakın bir yerden ben de göğe bakmaya başladım. (Kadının kol saati de kalmış aklımda, inanılmaz küçük bir kadranı vardı. Bir kadına bir saatine baktım, küçücük bedeniyle ne kadar da uyumluydular.)
Tutulma anında atılan sevinç ve heyecan çığlıkları ile flaş sesleri Hüseynik'ten gelen sesleri bastırmış olmalı. ‘Aşağı’ indiğimde sağlam bir azar işittim annemden. Söylediğine göre tutulma boyunca diğer kardeşlerim ve ninemle birlikte odanın bir köşesinde korkuyla bekleşmişler, dualar edip ilahiler okumuşlar. Camii minaresinden ise selâlar hiç eksik olmamış.
Ertesi gün ve sonrasında arkadaşlarımdan kimse inanmadı bu hikâyeye. En haşarıları bile yapamamışken benim evden kaçabilmiş olamama inanmadılar. Belki de inanmak istemediler… O çekik gözlü tatlı insanların çektikleri fotoğraflardan birini bulabilseydim işin rengi değişirdi.
Yorumlar
Yorum Gönder